Merhaba değerli okuyucular...
Merhaba dostlar arkadaşlar...
Size yine güzel Afyon ilimizden yazıyorum...
İnsan yaşadıkça, yaşlandıkça galiba gerilere gerilere, geçmiş anlara anılara zamanlara dönüp dönüp bakası hatırlayası geliyor...
İnsan bazen de kendi kendine o günler daha mı güzelmiş diye soruyor...
İnsan çocukluğunda, gençliğinde yaşadıklarını gördüklerini duyduklarını, hepsi olmasa da, bir çoğunu unutamıyor, hep hatırlıyor anımsıyor...
Beyin akıl bir yere yazmış, kayıt altında tutuyor, duruyor saklıyor... Hafızamız bazen bunları çıkarıp çıkarıp önümüze koyup, hatırlatma yapıyor/yaptırıyor ...
İnsan özlemler de kalıyor özlemler duyuyor. İnsan ah keşke geri gelse diyor o eski günleri...
Haliyle hayıflanıyor insan..
Halbu ki, belki de o günler bugün şartlarına göre daha ağır kötüydü.
Ama orada kalan yaşanmışlık var.. Orada adeta elimizden avucumuzdan kayıp giden yıllar var...İnsan o yaşanmış kayıpları bulmaya aramaya çalışıyor.. Ama artık geriye dönüş yok. Geriye gelmesi de mümkün değil. Zaten bulmamız bir daha aynı şartları yaratmak bulmak hiç te mümkün değil. Bu doğanın kanunu yasası... Ve en iyisi mi hayatı eş dost arkadaş akrabalarla sevgi saygı içinde doya doya yaşamak... Acıları sevinçleri paylaşmak...
**
Bak yine bir aklım yine geçmişlere gitti. Yıl 1960'lı yıllar... Biz ilkokuldayız daha. Hava ılık güzel. Taşlı tozlu topraklı yolları çocukluk halimizle oynaya galgıya gidiyoruz. Bazen düşüp dizimiz kolumuz yaralanıyor... Düşeni yerden kaldırıyoruz. Biri birimizin doktoru olup yaralarımızı sarıyoruz. Yakınlarda sarnıç varsa suyuyla kanı yıkayıp yarayı temizliyoruz. Yoksa Yeniköydeki kuyuları, ya da okulumuzun bahçesinin girişine ön tarafına 1955 yılında yapılan çeşmeye varıyoruz... Ulaşıyoruz..
Üstümüzü başımızı düzeltiyoruz, elimizi yüzümüzü yıkayıyoruz/yıkardık...
Susadıysak avuç avuç çeşmeden su içerdik. Hükümet konağı gibi duran Yeniköy İlkokulumuza gelmiş olurduk...
Bu yaralanmalar okulda olursa devreye KIZILAY kolu girerdi. Hemen öğretmen nezaretinde Kızılay kolu başkanı yardımcıları ilk yardıma yetişirdi...
Pamuğa oksijenli su damlatılır yara bere temizlenir üzerine tentürdiyot sürülürdü... Tenefüslerde KOOPERATİF KOLU öğrencileri de öğretmen öğretmenler nezaretinde ihtiyaçı olanlara defter kalem silgi satalım diye canla başla çalışırlardı...
Tenefüse çıkmayı ve derse girmeyi haber veren demir metal zili çalmak öğrenciler için ayrı bir heyecandı...
Okulumuzun bahçesinde uygulamalı TARIM dersleri yapardık.. Her sınıfın kendi bahçesi vardı. Buralarda soğan sarımsak bakla bezelyeler yetiştirirdik..
Duvar diblerine güller enginarlar dikerdik.
**
Yine birgün Yılmaz- Zühra ÖZSU öğretmenlerimiz bize (dağ yörük çocuklarına diyelim) beş altı arkadaşa dağdan delice zeytini söküp okulun bahçesine dikme görevi verdi.. Zeytinleri cumartesi öğleden sonra söktük.
O zaman cumartesi öğleye kadar okul var. Pazar günü Mumcular pazarına babalarımız giderken zeytinleri eşeklere sarıp okula bırakıverdiler. Pazartesi ilk dersimiz TARIM, işimiz öğretmenlerimiz nezaretinde zeytinleri dikmek oldu...
Her gelip geçtiğimde o zeytinlere bakarım. Her biri koca koca zeytin ağaçları olmuş. Onları gördükçe hep mutlu olurum. İlkokul günlerimi hatırlarım... Öğretmenlerimiz okul arkadaşlarımız ne iyi ne güzeldi.
**
Bazen okula geliş gidişlerde;
Yüzümüze direk söylenmese de bize YÖRÜK ÇOCUKLARI diyen büyük amca dayı abi abla teyzeler olurdu..
Duyduğumuz da biraz üzülürdük. Üzülsekte sonra unutur pek aldırış etmezdik...Ama bazen çok üstümüze gelirlerse, damarımıza basarlarsa kızdığımız olurdu...Başlardık hep bir ağızdan bizimle uğraşanlara..
---" Sende yörüksün bak sende yürüyorsun... Ne mutlu bize ATATÜRK'te yörükmüş.. Yörük çocuğuymuş " der geçerdik...
Hemen hemen hergün ilkokula gidiş geliş yirmi yirmibeş kilometre yoldu.
Bu yolları yağmur kış demeden yürürdük.
Şimdiki çocuklar beşyüz metre bir kilometre yürümeye üşeniyorlar.
Çağ da yeni nesil kuşakta değişti galiba. Biz ilkokuldayken daha ikinci üçüncü sınıftayken köyde dağda bayırda çimende oğlak kuzu güder, elimizde defter kalem ders çalışırdık... Bazende kepenek içinde uyuya kalırdık. Anamız babamız dede nenemiz büyüklerimiz bizi aramaya gelirdi. Onların ünlemeleri bağırmaları ile kepeneğin içindeki tatlı uykudan korkuyla şaşkınlıkla uyanırdık... Biraz sitem kavga ederlerdi. Sesimizi çıkarmadan evi bulurduk. Çocukluk işte...
Bazen de oyuna dalar oyuna tutuşurduk.
Oyun oynarken taşın başlarında oynaşan oğlakların bir kısmı bölünür ürküşerek evi bulurdu...Koca anam
-- " ah çocuklar yine uyudu kaldı ..Oyuna daldılar.." der bölünüp eve harımlara koşup giden oğlakları önüne katar yanımıza gelirdi...Yanında yaptığı külür, lelengileri getirir bize verirdi.
-- " Aman çocuklarım dikkat edin oğlaklarımızı kızıl çakal, tilki kapmasın yemesin.." der yanımızdan ayrılırdı.
O sıralar sürü sürü dolaşan kızıl çakallar akşam oldu mu tepe üstlerinde ulumaya, uluşmaya başlardı...Arpa unundan yalını yiyen karnını doyuran iri yapılı çoban köpekleri tepelere koşarak çakalları kovalardı..
Otlatmaya yayılmaya götürülen oğlaklar hem çalı ot yer hem oynar hem zıplaşırlardı...
Bizde gözümüzü dört açardık kızıl çakallara, tilkiye oğlakları kaptırmamak için...
Dedim ya yaşananlar unutulmuyor.
Birgün yine uzayıp giden uzak ilkokul yollarındayız.
Küçükkoğlu düz taban tarlaları geçip kuzeye giden yolumuzun Kovancı Yokuşu İnişine varmaya çalışıyoruz.. Küçükkoğlu tepesindeki düzlüğe ulaştık.. Ellerinde file çantalarla Yukarı Mazı köyünden Kara Memet efe ile karısı Umman yenge önümüzden geldiler.
-- "Durun çocuklar size şeker verelim " dediler... Bize şeker verdiler. Onlara teşekkür ettik. Tam yürüyeceğimiz sıra Umman yenge
--" Çocuklar durun size birşey göstereceğim " dedi.
Merak edip hepimiz birden çantadan paket içinden çıkardığına bakmaya başladık... Hem bir taraftan İZMİR FUARI'ndan geldiklerini gördüklerini kısa kısa anlatıyorlar bize...
Plastikten bir tavşanı koydu düz toprağın üzerine... Plastik tavşana bağlı ince hortumun ucundaki pompaya bastıkça tavşan hop hop hoplamaya zıplamaya başladı...
Bizimde hoşumuza gitmişti... Ama torunlarına almışlar...
-- " Çocuklar okulunuza geç kalmayın bizim yüzümüzden. Haydi koşun okulunuza..." dediler...Onlar güneye biz kuzeye doğru yürüyerek ayrıldık.
Biz karadimi kara önlüklerimizi, beyaz yakalıklarımızı, içi kitap defter kalem silgi cetvel pergel dolu karadimi çantalarımızı savurta savurta, kuzeyden esen poyraz rüzgarı yüzümüze çarpa çarpa Gazi MEMET Emminin sarnıçını geçtik bile...
Bu sarnıç Gazi MEMET Emminin hayrat sarnıçı idi. Başında hep küçük ipli bir maşraba bulunurdu. KOVANCI YOKUŞUNU çıkan susadıysa yorulduysa mutlaka buraya uğrar, suyunu içer elini yüzünü yıkar, soluklanır dinlenirdi... Suyu çamçakır cam gibi olurdu. Sarnıç gök kumlu küçük bir dere ağzındaydı. Etrafı piren çalıları ile kaplıydı...Kumlar pirenler arasından süzülerek gelen temiz yağmur suları sarnıça dolardı... Başındaki küçük ağaç oluktan kuşlar su içerdi...
Kimbilir o sarnıç bile ne haldedir...?..
Bir çok şey gibi o da virane mi oldu acaba...?..
**
Şu pandemin döneminde hepimiz, ülke dünya olarak zor günlerden şartlardan dönemlerden geçiyoruz.
Hayat ömür kısa dostlar arkadaşlar
Hayatı sevgi saygı hoşgörü mizah espiri içinde dolu dolu yaşamaya çalışalım...
Her zaman olduğu gibi acıları sevinçleri paylaşalım...
Doğruya doğru, yanlışa yanlış diyebilelim...
Sevgi saygı ile Esenkalın...