Önce çiçekli yorganının altından bakarak gibi uyanmıştı.
Bahardı, güneşli ama halen soğuk bir gündü.
Gün oldu çiçekler yerlerini meyvelere bıraktı.
Dallarının ağırlığını taşıyamayacak gibi olunca sanki insanın önüne secde yapar gibi eğildi. İnsanlar geri çevirmediler bu ikramı ve onlarla beraber kendi de sevindi.
Şimdi aylardan Eylül, mevsim de sonbahardı.
Düne kadar üzerinde çiçeklerin, kuşların, yaprakların, meyvelerin olduğu koca ağaç şimdi dökmüştü üzerindeki bütün canlılığı, neşeyi, sevinci.
Kara kış aylarında bile bu kadar üşümüyor, bu kadar üzülmüyordu ama Eylül başkaydı işte.
Hele Eylül’ lerin içinde bir Eylül vardı ki…
İnsanların tam on ikisinden vurulduğu kara Eylül.
Yaşlarının on sekiz olduğuna bile bakmadan aldılar analarının kucağından ve doldurdular üst üste zindan denilen o iki kelimelik ışık görmez, rutubet kokulu duvarlar arasına.
Kimisi hiç çıkamadı oralardan.
Kimisi ise canlı cenazeden farksızdı gün yüzüne kavuştuğunda.
Kimisi bütün sağlığını, ümidini, geçmişini, hatta geleceğini de bırakarak çıkabilmiş, kimisi hayatının geri kalanında yanından hiç ayıramayacağı travmaları ile tahliye olmuştu.
Dedeleri Yemen’de, Galiçya’da, Çanakkale’de düşerlerken onlara canlarından bile çok sevdikleri o toprakların üzeri düşmüştü.
Dedeleri döndüklerinde türlü vefasızlıklar görseler de gazi beratları verilmiş, isimleri saygıyla anılır olmuştu ama şimdi bunlar farklıydı. Dedeleri vatan için, devlet için savaşırlarken sanki onlar makam için, para için, gelip geçici arzuları için mi savaşmış oluyorlardı.
Onun için mi ‘Kahrolsun Amerika, Kahrolsun Rusya, Kahrolsun Çin’ diyerek tüketmişlerdi ömürlerini.
Onun için mi, ‘Vatanım; Ha ekmeğini yemişim, ha uğruna kurşun’ diyecek kadar geçmişlerdi canlarından?
Söyledikleri türküler, kurdukları hayaller hep kendilerinin dışında, bütün dünya, bütün insanlık, esir insanlar, zulme uğrayan mazlumlar üzerine olurken çok küçük yaşlarda öğrenmişlerdi hak, hukuk, adalet demeyi.
Devlet dedikleri önce izlemiş, birbirlerine düşürmüş, pususunu kurmuş sonra da tam on ikisinden vurmuştu onları.
Bugün ayakta kalanların, halen devlet adı geçtiğinde irkilmeleri biraz da bu yüzden.
O gün hainler devlet denen o mübarek yapının içine girerek, postuna bürünerek yapmışlardı yapacaklarını.
Polis kılığında, asker üniforması içinde, hâkim - savcı cüppeleriyle yapmışlardı zulümlerin en adisini.
Bu yüzden onlar o zamanlardan öğrenmişlerdi en zayıf yerinden vurulmanın acısını.
Bu yüzden Eylül’ leri uzun olur bu ülkenin, geçmek bilmez.
Ağaçları gibi insanları da yaprak döküp, çırılçıplak kalır düşüncelerinde.
Sararıp savrulan yapraklara çok anlam yükler bu ülkenin insanları da sanki hüzünler onlar için yaratılmış sanırsınız.
Her tarafı baştanbaşa fay hatlarıyla dolu bir coğrafyanın, her bir anları dahi kırık cam parçalarıyla dolu insanlarıdır onlar ve sadece bundan dolayı bile koca bir teşekkürü çoktan hak ettiklerini bile kimseler söylememiştir onlara.
Bu kırılmış ve devamlı sallanan faylar üzerinde dahi bu toprakları suyun yetmediği yerde kanlarıyla sulayarak vatan yapmasını bildikleri gibi içlerindeki kırıklıklara aldırmadan da bütün uğradıkları ihanetlerin üzerlerini silebilecek kadar da engin bir hoşgörü mayasını dünden bu yana hep muhafaza etmesini bilen engin bir yüreğe sahiptiler.
Onları hep onlarla vuran, onları hep onlarla sindirmeyi, susturmayı deneyen tek dişi kalmış canavar ve ancak onun zulmünün gölgesine sığınan zavallı süprüntülerini bu yüzden o mazlum fay diyarının mağdurları affetse bile mahşeri vicdan unutacak mı sanıyorsunuz?
Onların mutluluğu, huzuru rakamlarla sınırlı bir fani ömre sığmayacak kadar sonsuz ve uzun olmalıydı ki adaletin ne olduğunu cümle âlem görmeli, inanmalı ve kalplerimiz teskin olabilmeliydi.
Fani dünyanın zalimleri ne kadar anlı şanlı, ne kadar rütbeli yıldızlı omuzlara sahip olsalar da sonsuzluğun bir hecesi kadar hükümlerinin olmadığını bilenlerdeniz Elhamdülillah!
Onları korunmaları için kalın duvarlarla örülü saraylarına teslim ederken safımızı sonsuzluğun sahibine sığınanların yanında tutalım ki yerimiz belli olsun.
Sadece Eylül’de değil, on iki ayın on ikisinde de vurulmayı göze almış; bu yüzden zulmü de, sahiplerini de tam on ikilerinden vuracak kadar iyi tanımış gözlere ve idrake sahip bir iradenin elinden ne kurtulabilirdi ki siz kurtulabilesiniz?
Ey Eylül’ün on ikisinden çıkıp on iki aya da zulümleriyle yayılan caniler:
Ne kadar artarsa artsın zulmünüz, razı olmayacağız ve asla sizden olmayacağız!
Biz Eylül’ün on ikisine nereden geldiğinizi çok iyi biliyoruz.
Şimdi kılık değiştirerek nerelere gizlendiğinizi ve zulümlerinizi nerelerde arttırarak devam ettirdiğinizi de iyi biliyoruz.
Sanmayın ki uyuyor, görmüyoruz.
Sanmayın ki bizi de alıştırdınız da sesimiz çıkmıyor.
Ellerimizde silah yok ama gözlerimize cesaret edip azıcık bakarsanız görürsünüz size uzatılan namluların ne denli dolu olduğunu.
Ömer’e söz vermiştik kılıcımıza davranarak.
O Resulün halifesinden esirgemediğimiz kılıcın hakkını sizden mi esirgeyeceğiz?
Kaçışınız ancak bu dünya ile sınırlı.
Takibimiz ise sonsuz ve ebedi.
Erdal ÇİL