İnat iyi bir şey değildir. İlla ki benim dediğim olacak zihniyeti, aynen keskin sirke gibi küpüne zarar verebilir. İnatlaşmak yerine uzlaşmak, oturup konuşmak, aksini söyleyenlere de kulak kabartmak, daha doğru bir hareket olmaz mı?
Lafı İstanbul Boğazına getirmek istiyorum. Bunu inadına yapmak, inatta diretmek kime ne kazandıracak ki? Uzmanlar konuştu, bilgi sahibi olanlar görüşlerini açıkladı, Üniversiteler teknik mahzurlarını ısrarla ortaya koydular. Siyaset mühendislerinin (inat)salgınından etkilenmeyen kesimi de projeyi çok mahzurlu bularak reddettiğine göre, daha neye ısrar ve inat ediyoruz ki? Cümle alem yanlışı önlemek için çırpınıyor ama bir kişi inadına yapmaya uğraşıyor. Bu olmaz işte.
3-4 bakanlık uzun süredir bu işle meşgul. Emir büyük yerden, aksini düşünmekten bile korkanlar, yüzlerce teknik personelle planlar çiziyor, programlar yapıyor. Lamı cimi yok, kanal İstanbul açılacak. Yahu deprem riski var nasıl açılır? Ormanlık alanlarla İstanbul’un tarım alanlarına büyük zararlar verilmez mi? Zaten su sıkıntısı kapıda, böyle bir proje su havzalarını perişan etmez mi? Çok büyük çevre sorunları yaratmaz mı? Göçü hala önleyemezken, kanalın etrafına yapılacak yoğun inşaatlarla İstanbul’un nüfusu 3-5 milyon daha artmaz mı? Sorular bitecek gibi değil. . Montrö anlaşması ne olacak, yeniden tartışmaya açılmaz mı? İlerde başımız belaya girmez, uluslararası iştahlar aleyhimize kabarmaz mı?
Hele işin finans bölümü, daha da düşündürücü. Ülke normal yaşamı için para sıkıntısı çekiyor. Merkez Bankası rezervleri erimiş, ihtiyaç akçesini bile yemişiz. Enflasyon, pahalılık, geçim sıkıntısı milletin belini bükmüş. Böyle bir tabloda biz devlet ve milletçe tasarruf seferberliğini başlatacağımıza, har vurup harman savurmaya devam etmekle kalmıyor, milyarlarca dolara malolacak yeni ama gereksiz ve tartışmalı projeleri başlatmakta inat ve ısrar ediyoruz. İnat, karşı inatı da çağrıştırır. Madem sen yapmakta inat ediyorsun, ben de yaptırmamakta inat ediyorum kavgası kızışacak iyice. Yani inata inat inatçılığı başlayacak.
Türkiye’mizin artık gerginliklere, böyle gereksiz inatlara tahammülü yok. Millet huzur istiyor, aş istiyor, iş istiyor. Bizi yönetenler ısrarla pembe bir Türkiye fotoğrafını kabul ettirmek için çırpınıyorlar, ama renkler çırpınışlarla, siyasi gösterilerle, hamasi nutuklarla değişmiyor ki. . Nüfusun büyük bir kesimi huzursuz. Öyle algı operasyonlarıyla, sun’i senaryolarla filan gerçekleri tersyüz etmek, günümüzde iyice zorlaştı. İktidardan beslenen ve iktidarın fay hattında yaşayan kesim hariç, halkın büyük bir şikâyet kasırgası esiyor ülkede. İşçisi, memuru, çiftçisi, emeklisi, emeklilikte yaşa takılanları, atama bekleyen öğretmen ve memur adayları, sağlık personeli, kime baksanız öfkeli ve tepkili. Kendi halinde sakin köylümüzü bile çileden çıkardık. Dere ve akarsuları HES’lere, orman ve tarım arazilerini madenlere tahsis ederek, köylümüzün yaşam alanlarına da büyük zararlar verdik. Öyle olunca, ülkeyi yöneten AKP Genel Başkanının Güneysu köyünde bile protestolar başladı. Güzelim dereyi HES’le kurutunca, Güneysu kadınları bile yollara döküldü.
Türkiye’yi rahat bırakmamak için ne mümkünse yapıyoruz. Ülkeyi lafla ve problemlerle meşgul etmenin uzmanıyız. Korona yasakları diyoruz, millet bununla uğraşırken arkadan Anayasa değişikliğini ortaya atıyor, hemen peşinden İstanbul kanalını fitilliyoruz. Ortalığı mikser gibi karıştırıp duruyoruz. Sükûnet ve huzur rüyalara bile giremiyor artık. Böyle bir iklimde karanlıkları dağıtamaz, güneşe ulaşamayız. Kaldı ki, böylesine sağlıksız bir anlayışla milli birlik ve beraberliğimizi de koruyamayız. Ülkeyi yönetenler, iktidarıyla muhalefetiyle tüm siyasetçiler ağızlarından çıkacak laflara dikkat etmek zorundadırlar. Kavgaları körükleyecek söylemlerden mutlaka kaçınmalı ve siyasi mücadele seviyesini yerlerde süründürmemeliyiz.
Hiçbir yönetim, ülkeyi kötü yönetmek istemez. Ama iyi yönetim göstergesi, yönetenlerce değil yönetilenlerce değer kazanır. Yani yöneten istediği kadar iyi yönettiğini zannetsin, onun yönetiminin iyi olup olmadığına yönetilen karar verecektir. Bu karar için, seçimden seçime beklemek de doğru değildir. İşte şimdi seçim yok ve halkın büyük bir kesimi yönetimden şikâyetçi ve rahatsız. Bilmem anlatabildim mi? Peki rahatsız ama caddelerde ve sokaklarda, toplantı alanlarında hala alkışlıyorlar yönetimi, nasıl oluyor bu? Dini kullanırsa bir yönetim, dinle devlet işlerini birbirine karıştırırsa, kendisi gibi düşünmeyeni dinsiz gösterirse etkilediği kesime, sağlığı ve sürekliliği belirsiz alkışı da alır kolayca.
Çok şükür Müslümanız ama biz laik bir ülkeyiz. Dinle devlet işlerini ayırmaya, Anayasa’mıza göre mecburuz. Bu tartışmasız ve kesin mecburiyete uymamanın çok ağır cezası da yasalarımızda belli. Belli ama, Anayasa Mahkemesinin kararlarına bile uymayan bir anlayış yönetime hakim olunca, yapacak bir şey yok. Aynı Anayasada bölücü ve ülkeyi parçalayıcı amaçlar güden partilere de yasak yok mu? Var da ne oluyor sanki? Ona yapacak bir şey yok, buna yapacak bir şey yok, ülkedeki tüm yanlışları düzeltecek bir şey de mi yok ortada? Ne yazık ki o da yok.
Çok kötü yönetiliyoruz. Demokrasiyi tanınmaz hale getirdiğimiz, tüm denetim organlarımızın işlevlerini zarara uğrattığımız için, ülkede neyin nasıl yapıldığından da pek haberimiz yok. İçerde ne oluyor bilemiyoruz, dışarıda neler oluyor izleyemiyoruz. Şeffaflık politikamız yıllar önce iflas etti. Yönetimin duyurmak istediği kadarını duyuyoruz, meraklı ve ısrarlı sorularımızın hiçbirine cevap alamıyoruz. Böyle bir düzenin, rejimin adını bile bulamadık hala. Bildiğimiz demokrasi kelimesi ve anlayışı, adını bile bulmakta zorlandığımız bu tuhaf rejimin kenarından köşesinden geçebilir mi?
Her neyse, yıllardır hırpaladığımız bu güzel ülkemizin sıkıntı ve problemler içinde bunalan halkını, kavga gürültüyü bir yana bırakıp şefkat ve samimiyetle sarıp sarmalama vakti geldi de geçti bile.. Ötekileştirdiğimiz insanları birbirleriyle vakit kaybetmeden kucaklaştırmalı, ülkede gerçek bir birlik, beraberlik ve kardeşlik havası estirmeliyiz. Mutlaka huzursuzluğa, vakit ve kaynak kaybına sebep olan suni siyaset gündemlerinden vazgeçmeli, halkın günlük yaşam sorunları ile ciddi dış politika problemlerine odaklanmalıyız. Bunun için siyasetçilerin dillerine ve üsluplarına dikkat ve özen göstermeleri gerekir. Artık kavgacı ve hakaret dolu lafları bir yana bırakmalı, herkese saygılı davranmalı, ortalığı devamlı germekten vazgeçmeliyiz. Kavgadan beslenen hırçın politikacıların, ne kendilerine nede ülkelerine faydaları olmayacağını bilemesek bile, öğrenmeliyiz artık.