YENGE

İnsanın ilk sosyalleşme adımlarının atıldığı yerler ailelerdir. Çocuk, önce içinde doğup büyüdüğü ailesini tanır. Anneler bizim çocukluğumuzda daha çok ev hanımlarıydılar ve bu yüzden ailede de çocuğun sosyalleşme çabalarında daha çok, hatta daha bir açık arayla hep anneler vardı.

Yine çocukluğumuzda şimdiki gibi küçültülüp endüstriyel paketlere sığdırılmış gibi küçücük aileler yoktu. Amcaları, dedeleri, nineleri, dayıları, yeğenleri bol aileler içinde büyümüştük şehirde de olsa. Adları farklı olsa da hiç birini aileden ayırması mümkün değildi çocuğun. Hepsi de birlikte bir aileyi oluşturuyorlar, beraber yiyor, beraber içiyor, beraber oynuyorlardı. Yine arada da görünseler adları amca, nine, dede, yeğen olan; başka şehirlerde, uzaklarda olan akrabalar da vardı ve onlar da diğerleri gibi olmasalar da yine ailenin dış temsilcileri gibiydiler.

Bir de aileyle münasebetleri olan komşu adı verilenler vardı. Bazıları tıpkı aile bireyleri gibi çok sık aileyle birlikte olsalar da aile içinden biri olmadıkları, aile içinde konuşmalarda adları geçtiği zaman daha net anlaşılıyordu. Onlar dosttu, arkadaştı, hatta bazen aile içindeki birilerinden daha da iyi olduklarını gösteren tavırları olsa da neticede aile dışındalardı ve kapı kapatıldığında ailenin dış tarafında kalıyorlardı.

Çocuk belleğime bunlardan sonra ilk giren bir kavram da ‘yenge’ olmuştu. Benim abim olmamıştı ama abim gibi, aile içinde yaşları bize daha yakın, bizimle daha çok vakit geçiren, bizimle daha çok oynayan iki amcamız vardı ve onlardan büyük olanı evlendiğinde, evimize getirdiği eşine verilen ad olmuştu yenge. Ailemiz bu yeni isimle daha da büyümüş, hatta büyümenin dışında yeni bir soluk da kazanmıştı.

Mukaddes Yengem ailemize katıldığında henüz ilkokula yeni başlıyordum. Babamın heyecanını göremiyordum ama annem çok heyecanlıydı ve günler öncesinden kendi çocuğunun da artık okullu olmasından dolayı ne giydirip, onu diğer arkadaşlarıyla nasıl kaynaştıracağına, okula nasıl alıştıracağına dair kafasındaki bir sürü sorularıyla birlikte heyecanı kat be kat artmıştı. Annemin yaşına uygun ve bu konuları danışacağı bir aile ferdi de yoktu. Gerçi sadece bu konu hakkında değil, başka pek çok konularda da zaman zaman onun yalnızlığını, beni giydirirken, bana yemek yedirirken sarf ettiği cümlelerden de tahmin edebiliyordum. Bu ve benzer konularda da babamın yengesi olup, halam ve amcalarımın da anneleri olan ve annemin de babam gibi yenge dediği Saniye Hanım; o anlamda ailemizin bir ulu çınarı gibi olsa da o sıralar anneme sanki daha başka, daha yaşına uygun, daha aynı dili konuşabileceği biri gerekiyordu ve Mukaddes Yengem tam da onu tamamlamak üzere gelmiş gibiydi.

Annem ona hep Mukaddes derken bizim yenge kelimesini kullanmamıza ilk vesile olan da Mukaddes Yengem olmuştu. Annem artık hemen her konuda onunla istişare yapıyor, o da aileyi biraz daha yakından tanıma fırsatını, anneme sorduğu sorularla buluyordu. Kısa sürede gösterdiği performans, sıcakkanlılık ve özellikle ailenin çocuklarına karşı gösterdiği yakın ilgi onu ailede bizim ikinci bir annemiz konumuna getirmişti. Artık okulda neler giyeceklerimizden tutun da misafir yanında nasıl duracağımıza kadar her bilgiyi ondan alıyor, başka çocuklar tarafından canımız sıkıldığında da evde başını yaslayacağımız bir sığınağımız oluveriyordu Mukaddes Yenge.

Düşünüyorum da mesela enişte kavramı o kadar sıcak gelmezdi bizlere. O da yenge gibi aileye sonradan geliyor olsa da hatta biz çocuklara daha çok hediyeler getiriyor olsalar da bir yenge kadar yakın gelmezdi. Çünkü enişte erkek bir isimdi ve erkek de mizacı gereği; konumu, tabiatı gereği yeni girdiği ortama daha soğuk, daha mesafeli, daha hesabi durur gibi gelirdi.

Annem olsun, annemin yengesi veya ailedeki diğer çocukların annelerinin bize yaklaşımlarında içerikler genellikle daha genel, daha şefkat, daha bir tecrübe içermesine rağmen sanki daha bir eskiydi ve yengenin gerek cümleleri, gerekse yaklaşımları, yaşından dolayı da bize daha yakın, daha özeldi.

Yengemle birlikte eve fotoroman kültürü de gelmişti. O zamanlar gazetelerin eklerinde fotoromanlar olurdu ve yengemle birlikte artık düzenli olarak eve gazete girmeye başlamış, yengem başına topladığı kadınlara o fotoromanları okuyup anlatırken biz okumaya yeni başlayan çocuklar da gazetenin onlardan sonrasını didik didik ederek okuyorduk. Aslında ailedeki genel kanaat; bizleri okul kitaplarından uzaklaştıracağı, ahlakımızı da renkli ve çıplak resimlerle bozabileceği ihtimalinden dolayı gazetenin eve girmesi yasaktı ama yengem tatlı diliyle yasağı da kolayca delmişti. Babam yine de ilk zamanlar okunmuş da olsa evimizde gazete görmek istememiş, yengem okunan gazeteleri hep evine götürmek zorunda kalmıştı.

Aileye bu kadar kısa zamanda yepyeni bir hava getiren yengem, amcamı da evine bağlamasını bilmişti. Düne kadar, ipe sapa gelmez dedikleri, kız bulup evlendirsek de elin kızı bunu çekmez, üç günde bırakır dedikleri amcam, artık adeta ev adamı olmuş, hem evine, hem de bizlere daha çok zaman ayırır olmuştu. Tabii bu durum da en çok annesi ve ablasıyla beraber babamı da mutlu ediyor, yengemin kredisi aile içinde hızla yükseliyordu.

Çekirdek bütün aileler gibi bizim ailemiz de zamanın güçlü rüzgârlarından nasibini alarak savruldu. Amcamlar, halamlar, bizler dünyaya yeni gelenlerle ve yeni okullar, yeni işler dolayısıyla o kendi küçük ama içine kocaman dünyalar sığan evleri terk ederek uzaklaştık. Bizler gibi çocuklarımız da dedesiz, ninesiz, halasız, amcasız, yengesiz, yeğensiz kaldılar. Onların olmadığı dünyalarda yeni sığınaklar aradılar, savruldular.

Bir zaman bize öğrettikleri okul şarkılarındaki gibi ‘gitmesek de, görmesek de’ nakaratlarıyla yine bizim yengemiz, bizim amcamız, bizim yeğenlerimiz desek de olmadı. Cep telefonları, görüntülü aramalar bile kesmedi hasretimizi. Tamam, dünyaydı, iki soluk alıp dinlenip gidecektik ama doymak diye bir kavramı asla kendisiyle yan yana durmasına müsaade etmeyen dünya son sözü hiç bize bırakmıyordu. O tamam deyince bize boyun büküp, tası tarağı toplamak düşüyordu.

Aylardan şubat da olsa, sararmış da olsalar ve tir tir titriyor görünseler de ağaçlarda halen tek tük yaprakların olması, kımıldamaları güzeldi. Dayanmışlardı. Yılı çıkarmaz denirken Şubat’ı da görmüşlerdi. Mart’ı görürler miydi bu kadar ayaz olmasa bilemem ama hayata bahar gerekti. Bahar yakındı. Kokusu henüz olmasa bile cemreler getirmişti haberini.

Kıymetli yengemin, sıcak sımsıcak ruhuna özlem ve sevgilerimle…

Önceki ve Sonraki Yazılar
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.