Erdal ÇİL
EYLÜL’ DE BULUŞACAKTIK
Eylül ayı gelince sizi bilmem ama ben hep böyle olurum.
Kolum kanadım kırılır, kuruyan dallara, yerlerde uçuşan sararmış yapraklara bakarak dalar giderim çok ötelere.
Romantik, ümit dolu, aşk dolu kelimeler yazamam mesela bu ayda. Gülmem bile tebessümle sınırlıdır.
Eylül’e sığdırdığım o kadar hüzün olunca…
Onun için hüznümden size de ikram edip paylaşacağım izninizle.
Anlaşıp, sözleşmiştik bir Eylül günü okul yolunda buluşmaya. Okullar açılmadan evvel, dertleşecek, hasret giderecektik. Bütünlemeye kalalım, ya da kalmayalım yine de buluşacaktık.
Biz henüz yirmisinde bile değildik ama sözümüzde duracak kadar da delikanlıydık!
Gözleri bizim üzerimizde olanlar vardı.
Ülkemin üzerinde gözleri olanlardı onlar. Bizim sokağa çıkmamızı, bizim bir araya gelmemizi gözleyenler, ikimiz bir olunca onlarca kişiyle bizi vurmaya gelenler olmuştu ama biz buluşacağız dedik mi, buluşurduk, buluşmuştuk da nitekim.
Pusulara düşmüş, ihanetler görmüş, dövülmüş, yaralanmıştık ama düşmemiştik.
Yıllar böyle geçmişti. Henüz mevsimleri, içindeki ayları bile fark etmeden.
İlk fark ettiğimiz ay Eylül oldu. İlk mevsim ise sonbahardı.
Aldırmışlardı Orhan’ı bir sabah vakti henüz evden çıkmadan. Henüz su bile uyurken, erkenden.
Canından aziz bildiği devletini görmüş, kapıdaki polisleri görünce. Kim bilir belki sevinmiştir de; yüzü maskeli başkalarını görmektense, başkaları tarafından baskına uğramaktansa.
Elleri kelepçeli çıkarılmış, anne – babasının yanından. Elleri kelepçeli ayrılmış defalarca kurşunlanan o baba evinden.
Sonra, aylarca neden içeriye alındığını bilmeden, dayaklarla, işkencelerle dolu günlerin ardında geçmişini bile unutturmuşlar kan kustururlarken. Karanlık, rutubet, geceleri yırtan haykırışlar ve belirsizlik Orhan’ın kaderi olmuş. Bir Eylül sabahı alındığını, buluşacağımızı, darbelere kurban edildiğini falan hep sonradan hatırlamış. Sonradan duymuş kimi arkadaşlarının yakalandığını, kimi arkadaşlarının kaçtıklarını, kimilerinin ifadelerinde pişman olduklarını, kimilerinin ihanet ettiklerini.
Duyduklarına bile inanmaz, tepki vermez biri olmuştu o karanlık yıllarda.
Sağlığını yitirmiş, böbreklerini vermişti ama hiç satmamıştı kimseyi ve oynatamamıştı hiç kimse Orhan’ı yerinden. Bir Eylül günü ziyaretinden gelen babasından, bütün kaza namazlarını tamamladığı bilgisini almıştım. Yine bir Eylül günü o Taşmedresedeyken, yavuklusu Necla’nın izdivaç haberini almıştım da, boğazımda bir yerler düğümlenmişti.
Kaç eylül boşuna beklemiştim Orhan’ı.
Okul yolu Orhan’ sız, sokaklar Orhan’ sız, arkadaşlar Orhan’ sızdı. Yavuklusunun bile bekleyemediği Orhan’ın yolunu beklemeye babasının da vadesi yetmemişti. Onu da bir Eylül günü toprağa vermiştik Orhan’ sız.
Hani yazılır ya ölüm sebebi; kalp kriziymiş onun da ölüm sebebi. Bilmezler ki nice Orhan’ lar ve bekleyenlerini her Eylül gelişi bir hüzün kaplar, kalpleri yerinden fırlayacak gibi olur ve sanırlar ki bir Eylül günü Orhan’ları alan güç, yine bir Eylül günü, iade edecekti onları.
Böyle avundular, böyle beklediler dört gözle. Hainler döndü, sırıtanlar, kırıtanlar; dün dündür pişkinliği ile niceleri döndü de Orhan’lar dönmedi bir türlü.
Eylül ısrarına rağmen oğlan tarafının, annesi Eylül geçsin demişti. Belki bu Eylül’ de bırakırlar da görürdü bacısının mürüvvetini ama olmadı. Ekim başında everdik kız kardeşini Orhan’ın.
Yokluğuna rağmen Orhan’ ın, biz verdik çiftlere Kur’an ve Bayrak hediyemizi. Öpüp başına götürürken hediyelerimizi; göz göze gelemedik bacısıyla! O yetim kız, o Orhan’ın emaneti, biricik kardeşin de gitti yuvasını kurmaya, sen gidemedin be Orhan.
Kaç Eylül geçti, sen gelemedin be Orhan! Hâlbuki gelecektin, mütevazı de olsa bir yuvan olacak ve balaların bekleyeceklerdi her akşam yollarını. Birinin adı Aymelek, birinin de Gökçe olacaktı. Nasip olurda oğlan da olursa isminden ziyade ağırbaşlı olmasını ister o günlerin hayaliyle daha bir efkârlı tüttürürdün dumanını.
Dışarıda da hayat fasıla vermeden ve her şeyi süpürerek gidiyor ve arkasına bakmıyordu. Siyaseti tasarladıklarını sanan dünün mücahitleri müteahhitleşip, dünün solcuları sermayenin kucağında tepişirlerken dünün ülkücüleri de parça parça savrulmaya başlamışlardı. İçeride bütün bunlardan ne kadar haberdardı bilmiyorum ama bildiğim bize göre daha temiz kalıyor olmasıydı. Biz içinde olmasak da kıyısından köşesinden o çamurlardan nasibimizi alıyorken ilahi güç belki de onu, orada tutarak koruyor, kirletmiyordu.
Dualarımızın en müstesna yerlerinde hep Orhan, Orhan’ lar, oralarda unutulup karartılan hayatlar vardı. Onu hiç bırakmadık! Kan damladı üstümüze al olduk, güneş vurdu ak olduk. Geceleri de seçilemediğimizden siyah göründük ama hiç hain olmadık be Orhan.
Yeni yetmeler irfanımızın apak olduğunu gördüler de, kimi eski dost bildiklerimiz rengimizi değişti sandılar, iftirada bulundular, yalnız bırakmaya çalıştılar.
Biz yalnız değildik Orhan! Rabbini bilen yalnız olmazdı. Senin olmadığın gibi biz de yalnız kalmadık ama hep yalnızlığı sahte dostluklarda gördük, yaşadık. Sen içeride belki tecrit edilmiştin ama biz o ihaneti, o ıssızlığı iliklerimize dek yaşadık dışarıda.
Bir eylül sabahı, görev yaptığım hastaneden aradı arkadaşlar beni. Sabaha karşı cezaevi aracıyla acil olarak getirmişler Orhan’ ı. Bilinci kapalı, kardiyak arrest tanısı ile Yoğun Bakım’ a almışlar. Annesinin haberi yokmuş. Birkaç can dostumu arayabildim ancak. Sonra onların da ısrarı ile hocalardan izin isteyerek girdim Orhan’ ın yanına. Bir Eylül günü benimle buluşmaya gelemeyen doksan kiloluk o dev adam, şimdinin elli kilosu bile etmez haldeydi.
Nereye bakıyor, neyi görüyordu kim bilir ama beni görmüyordu artık. Elini tuttum sadece, sıcaklığını; o yıllar önceki sıcaklığını hissettim bir an. Dokundum yüzüne ama Orhan çok uzaklarda, ötelerin ötesine uzanmıştı bir kere.
Yoğun Bakım’dan çıkarken bacısı ile karşılaşıp, sarıldık birbirimize. Asena’m dediği, Yavrubike’m dediği bacısı ve eşi de koşup gelmiştiler oraya. İlk çocukları oğlan olunca da adını Orhan koymuşlardı. Gelirken anneannesinin yanına bırakmışlardı küçük Orhan’ı.
Bir Eylül sabahı verdik Orhan’ı toprağa. Aslına bakarsan o da topraktan gelmiş, yaşamış ve ölmüştü birçokları gibi. Doğum tarihi ile, ölüm tarihi arasına; kaç gülüş, kaç mutluluk, kaç sevinç sığdırabilmişti? Hiç aldatmış mıydı, hiç ihanet etmiş miydi, hiç gıybet yapmış, hiç can yakmış mıydı bilemiyorum ama Eylül’ler Orhan’ların ihanete uğradığı, kırıldığı, canlarının yandığı aylar olarak kalacaktı artık!
Eylül’ler bizlerin, birilerini Orhan’ lara değişmemizin adı olacaktı.
Eylül’ler; iyilerin, iyi atlara binip uzaklaşırken, bizlerin riyakar, hain, silik, yanaşma tiplerle baş başa kaldığımız ayların adı olacaktı.
Eylül’ler artık; çevremizi sarmalayan kirli ilişkilerin, kirli pazarlıkların, siyasette nemalanmak uğruna eski dostlukların pazarlandığı, kutsalların fani tamahlara feda edildiği, yanaşmaların eskilerin pabuçlarını dama attırdığı, kardeşliklerin paydaşlara kurban edildiği yeni dönemlerin adı olacaktı.
Yollardayız yine ve yaşamaya devam ediyoruz Eylüllere rağmen. Yok olmaktan korkmadık, korkmuyoruz da. Sadece ihanetlerden korkardık ama şimdi belki de alıştığımızdan, ondan da korkmuyoruz.
Eylül’de gidenlerin, bir başka baharda yeniden neşv-ü nema bulduğu gibi, gelircesine gidiyoruz. Satmadan, sapmadan ve asla unutmadan.
Öfkemizi gömdük Eylüllere. Kin yok yüreğimizde ama bir ahdimiz var geleceğe.
Eylüller artık yitiklerin değil, yeniden dirilişlerin adı olsun!
Eylül’de kavuşsun sevenler, Eylül olsun buluşmaların adı ve en güzel şarkılar Eylülde söylensin!
Zalimlerin korktuğu, mazlumların sevindiği ay olsun Eylül .
Sözlerimi bir Eylülzedenin, Sayın Süleyman Kalaycı’ nın dizeleriyle bitiriyorum.
Ebu cehil devrinin, Eylül uzantısında
Dokuz tekbir kuşandık, Hubeyb'lerin ardından
Bilmezdik eskiden şehirlerin ortasında zindanlar olduğunu
Bilmezdik güneşlerin ölümlere doğduğunu
Kanlandı her şafak, kan ağladı yüreğimiz ve
Kimimiz yirmi, kimimiz otuz, kimimiz müebbete boğulduk.
Kimimiz seherlerde ölümlere sunulduk
Ebu cehil devrinin Eylül uzantısında
Dokuz tekbir kuşandık, Hubeyb'lerin ardından “
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.