TÜRKÜLERLE GÜNAYDIN

Şehirde yaşamanın belli zorlukları var, kolaylıkları olduğu gibi. Mesela hep aksiyon, koşuşturmaca, araç trafiği, egzoz sesi, kokusu, motor gürültüsü vesaire.

Bir de üstünüze üstünüze gelen çarpıklıkların haberleri, zamlar; ekranlardan, sosyal platformlardan yayılan felaket senaryoları falan da eklenince daralmamanız, sağlıklı kalmanız neredeyse imkânsız.

Bu yüzden sabahları kış da olsa erken uyanır ve şehri sabah yaşamaya gayret ederim.

Geç yatıp uykumu alamadığım bazı sabahlar yorgan basar olup uyumak istesem de verimli olmaz o uyku.

Ya kâbuslar görür uyanırım ya da atlı düşüncelerin nal sesleri çınlar kulaklarımda.

Bugün de öyle oldu. Nereden takıldıysa aklıma atamadım zihnimden.

Bir sağa döndüm bir sola olmadı. Gözlerim sürekli kapalı ama sanki diğer bütün azalarım açık ve hepsi birden kalk demişler ve kalkmış, yola atmıştım kendimi.

Sağımdan solumdan geçen araçlara baktığımda yeni nesil için bencil, paylaşımdan bihaber değerlendirmesi yapanları düşündüm. Hâlbuki araçlarıyla yanımdan geçen gençlerin çoğu dinledikleri müzikleri cömertçe paylaşıyorlardı herkesle. Tabii o sese maruz kalan insanların tercihlerinin ne yönde olduğu da en azından onlar için önemli değildi.

Üstelik sonuna kadar açtıkları benim için gürültüden başka bir anlamı olmayan o seslerin aksine bu gün başka, sanki çok uzaklardan geliyor gibi, yıllardır duymamışım gibi bir ses dikkatimi çekmişti. Trafik durduğundan duymuştum ve yanımda bekleyen araçtan geliyordu. O da bir gençti ve az açmasına rağmen duymuştum o sesi.

Mevla’m birçok dert vermiş

Beraber derman vermiş.

Bu tükenmez derdime

Neden ilaç vermemiş.”

Trafiğin açılmasıyla birlikte uzaklaşıp gitmişti o ses. Az sonra parkın kenarından geçerken de karşılaştığım kişi elindeki çalı süpürgesini, kaldırım taşlarının üzerinde gezdirirken mırıldandığı türküye kendini o denli kaptırmış belediye temizlik görevlisi olmuştu. Adımlarımı yavaşlatmış, çaktırmadan sesine kulak misafiri olmuştum. Değil beni, bütün dış dünyayla bağını kesmiş gibi süpürüyordu oraları. Hayaller, düşünceler, dünyanın bütün dertleri sabahın bu saatinde önünde yumak yumak olmuşlar, dudaklarından dökülen dizelerin ritmiyle süpürge hareket ediyordu.

Adam başarmıştı. Süpürmüş atmıştı kafasında ne varsa sanki. Türkünün sonları da adamı da beni de rahatlatır cinste son bulmuştu.

“Allah’ın verdiği dert, gün olur gelir geçer.

Aşka düşen yürekler, yanar kül olur geçer.

Zalim ağlatma beni, derde bağlatma beni

Gülüp sızlatma beni, dileydileydiley yar.”

Böyle bir adamla, böyle bir türküyle başlayan günde bozgun, hüsran, ümitsizlik olur mu?

Ayaktaydım artık ve bu şevk ile yürümeli, güne adım atmalıydım.

Az sonra önünden geçtiğim simit fırınında çalışan kürekçi dışarısının ayazını hissetmiş olacaktı ki bulunduğu yerin keyfini çıkarırcasına asılmıştı türküye. Fırının açık olan ağzından küreğini sallarken kendi gibi beni de çok uzaklara götürdüğünün farkında bile değildi.

“Değmen benim gamlı yaslı gönlüme

Ben bir selvi boylu yardan ayrıldım.

Evvel bağban idim dostun bağında

Talan vurdu ayva nardan ayrıldım.”

O fırının, ateşin önünde ve içinden taşan sözleriyle yanıyordu besbelli ama artık ben de üşümüyor, ayazı hissetmiyordum.

Esnaf yeni yeni açmaya başlamış, kapılarının önünü süpürüp, birbirlerine tatlı tatlı takılırlarken bazılarının açtığı radyolarında da yine sabahın bu saatlerinde genelde hep türküler vardı.

Sırtımdaki yeleği sen örmedin mi yârim?
Kızlarla konuşurken sen görmedin mi yârim?

Evreşe yolları dar, dar..Bana bakma, benim yârim var”

İki gün önce başladığım kitabın en heyecanlı yerine gelmiş olmasam bu türkülerle daha epey yürürdüm.

Kitaba öyle dalmış, öyle soluksuz okumuştum ki bir an bitecek diye de korkmuştum. Öyle olur ya, böyle sevdiğiniz bir şeyin elinizden kaçar gibi olduğunu hissettiğinizde birden durur, bırakırsınız ya.

Bitirmedim, bıraktım orada. Bu güzellik böyle hemen bitmemeliydi.

Pencereye doğru yönelip sabahın havasını odaya davet ettiğimde karşı çaprazımızdaki inşaatın da kısa sürede üçüncü katının çıktığını fark ettim.

Ne kadar çabuk yapmışlardı.

Öyle diyorlardı ya: Sen paradan haber ver!

Ustalar çoktan kurdukları iskelenin üzerine çıkmışlar, duvarda çalışmaya başlamışlardı bile.

Ellerinde aletler, bellerinde takılı emniyet kemerleri pekiyi ya dillerinde…

Dillerinde ne mi vardı?

Tabii ki türkü.

Bizim insanımızın sadece bu yönüyle bile farklı, özel bir yanı olduğunu düşünürüm.

Söyleyen söylemiştir artık. Bizden biri olduğundan bizi iyi anlatmış, iyi çözmüştür. Yeni şeyler söylemek elbet gerekli ama eskilere de kulak vermek, onlarla bağ kurmak, yaşadıklarımızın, çektiklerimizin, başımıza gelenlerin çok daha fazlalarının eskilerde de yaşanmış olduklarını bilmemiz rahatlatmaz mıydı insanı?

Biz en zor zamanlarımızda bile türküleri dilimizden düşürmeyen bir toplumuz.

Bizim gönül coğrafyamızın sınırları bu yüzden siyasi sınırlarımızın çok üzerindedir.

İskelenin üzerindeki usta ise sesini yükseltmiştir artık. Hayatın bütün acımasızlığına, insan ilişkilerinin çürümüşlüğüne, insanın tükenmişliğine inat türküler bizim manifestomuzdur ve onların dizelerine atarız öfkemizi. Onların dizelerine sığdırırız sevincimizi. Onlarla yaşar, onlarla tamamlarız kendimizi.

İskelenin üzerindeki usta da bu sabah kendini Tokat yörelerine atmış, Mehmet Erenler’ e ait bir derlemeyle meydan okuyordu.

“Sabahın seherinde ötüyor kuşlar

Balınan yoğrulmuş o sırma saçlar.

Kudretten çekilmiş karadır kaşlar

İşte bu gönlümün cananı geldi.”

Erdal ÇİL

[email protected]

Önceki ve Sonraki Yazılar
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.